18 Ekim 2012 Perşembe

uzun hikâye

Mustafa Kutlu'nun hikâyesi olmasa, Osman Sınav herhâlde bu işi de eline yüzüne bulaştırırdı. Yönetmenliğine akıl sır ermeyen, taklitçi ve bizim pofpoflama hastalığımız münasebetiyle 4.sınıf filmleri ( dizilerine hiç girmiyorum. )bile rağbet gören Osman Sınav'ın, sinema san'atına kattığı hiçbir şey olmadığı gibi, projeleri balon kahramanlık zırvalarıyla dolu / 'SÖZDE ' muhafazâkar / ulusalcı / 11.sınıf milliyetçi / sözde tasavvufçu/ aşkın en dip hâlini arz eden/ ülke gündemine ışık tutayım derken, nasıl saçmalanırın dersi niteliğinde çorba bir anlayıştır ve bu  kadar kombini bir araya getirmeye çalışan belki de dünyadaki tek yönetmendir.

Film, mâzisi çok karanlık bir yönetmenin elle tutulan tek yapımı olmuş. Olmuş olmasına ama,. bunda tabii hikâyenin güzel olmasının katkısı da büyük. Osman Sınav, izleyiciyi o kadar yoran bir yönetmendir ki, bu açığını tutmuş filmlerin yönetmenlerini taklit ederek kapatmaya çalışır. Uzun Hikâye'de de bunu görmek mümkün. Bu film üzerinden Nurettin Topçu göndermesi yapmak da, Mustafa Kutlu'nun halktan yana tavır almasının yansıması olabilir. fakat, Mustafa Kutlu'yla Nurettin Topçu'nun anadolu sosyalizmi teatisi ve okumasını ne yazık ki Osman Sınav kaldıracak çapta bir yönetmen hiç değil; bu sebeple bu isimler üzerinden dönen tartışmalar ve yazılar fazla zorlama bir yaklaşımdan öteye geçmez.

Başta da değindiğimiz üzre, filmin ana damarı güzel bir hikâye olduğundan dolayı, kitabı okumamış olanların bu filmi izlemeleri güzel bir tecrübe olabilir.  filmin kurgusu daha naif olabilirdi : benim tahminimse, Mustafa Kutlu'nun yapım aşamasında bu filme müdahil olduğu niteliğinde. Yoksa, Osman Sınav'ın bu hikâyeyi bile rayından çıkaracağına dair kuşkularım vardı. Elde kalan naifliği ve vuruculuğu da Mustafa Kutlu marifetidir ya da ben öyle zannediyorum.

Oyunculuklarıysa, birkaç ne idüğü belirsiz oyuncu performansı dışında, Kenan İmirzalıoğlu önderliğinde gâyet iyi.

 Sonuç : görülmesinde yeğ var.

NOT : film, en nihayetinde bir kitaptan uyarlanıyor. bu sebeple, insan muhayyilesinin kitaptaki karşılığıyla, filme uyarlandığı andan itibaren karşılığı hiçbir zaman aynı olmaz.

24 Eylül 2012 Pazartesi

merak

Uzun bir yazı yazma hevesinde değilim; sözü uzatmadan :

Aslında merak her şeyin başlangıcıdır. merakı olmayan insan hiçbir şeye ulaşamaz veya yarı yolda tıkanıp kalır. Bazen lütuflar da olabilir ama Allah'ın lütfu dışında insan da cüzî iradesini merak yoluyla kullanarak, istediği bilgilere ulaşabilir. ( tabii, o bilgiyi kullanmazsa öğrendiğiyle kalır. ) Bu şeyi aslında tecessüs kelimesi daha iyi açıklıyor. İnsanların ayıplarını araştırmak " MERAK " kelimesiyle özdeşleştiğinden, merak etmek ayıp ve istenmeyen bir davranış biçimiymiş gibi kullanılıyor. Merakın aslı tefekkürden ve keşften gelmektedir. Yâni, boş şeyleri araştırmak ve insanların yaşantılarını en ince detayına kadar öğrenmek gebeşliğiyle alâkası yok.

Tabii, bu algıyı yoketmek imkânsız olduğundan iyi merak  yararlı, kötü merak zararlıdır deyip, sözü noktalamak istiyorum. Ne çok şey istiyorum, anlamadım gitti.

Tutunamayanlar

Hacmin dibine vurmuş ve herkesin bildiği bir kitabın üzerine yapılan geyiklerle yeni bir geyikler âlemi peyda olmuş olabilir. tutanamayanlar hakkında yazılan binlerce yazı olduğu için, ben de trene dâhil olmak adına aşağıya acaip şeyler yazmaya karar verdim; nasıl olsa herkes her şey hakkında bir şeyler yazabiliyor.


tututanamamaktan kasıt insanlar arasındaki iletişimsizlik ve insanların esir olmaya zorlanmasıdır. oğuz atay, tutunamayanlar romanına unutulmaz bir dibâce ile giriş yaparken, sonunu da romanın başına bağlıyor. bizi de romanın içine hapsediyor. hapsederken toplum için kaybedilmiş insanları kelime oyunları ile gün ışığına çıkarıyor. toplumun güç peşinde koşanlar tarafından linç edildiği bir ortamda yaşamı idâme ettirmek çok güç. tamam, aldırış etmeyip, bir şeylerden kaçabildiğin sanrısı içerisinde biteviye bir yaşam olmasa da, kendine bir yaşam tarzı öngörebilirsin. sonrasında yine toplumla içli dışlı olacaksın, tekil olmaktan çıkıp, herkesin istediği kılıfa gireceksin; kılıf dar olacak, sen o kılıfı yırtmak için turgut özben'in hâlini irdeleyip, duracaksın.

hasbelkader yaşamaya çalışan insanlar, insanî faaliyetlerine bir müddet sonra ara vermek zorunda kalabiliyor. toplum insana neyi dayatıyorsa, ona dayanıp kalabiliyorlar. turgut özben de, serseri mayın gibi ortalıkta dolanırken bencilliğe alışmamak adına kendine orta yol arıyor. devamında o da çift kişilikli insan hâlini alıyor. insanın mebzul miktarda vakti olsa da, günler kısalıyor, zaman daralıyor. harami ve haz insanlarının arasında dürüstlük erdem oluyor. insanın bazı olaylar karşısında koruma zırhı delinir; düşünmediği şeyleri, arzu etmediği şeyleri kendi iradesinin dışında yapabilir. bir nevi split brain vakasıdır bu. topluma ruh gerekir de, belki de ondan sonra toplumun sentezi yapılabilir. bireyler sirkat edip, canına ot tıkıyorsa, senin kaçısın da turgut özben gibi mi olmalı ? oğuz atay'a sorma ihtimalimiz olsa, o da bilemezdi bence. bilse, bu romanı yazamazdı.

oğuz atay'ın bu romanı çok uzun, evet. çünkü insanın iç dünyası ve hayâlleri de kocaman.

 tarihe 25737377. tutunamayanlar geyiği yaparak, geçmiş bulunuyorum.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Kahvehâne kültürünün tekâmülü

Ülkemizdeki beyin fırtınasından dolayı,  - nazar değmesin - her gün siyasî bir kuram oluşturuyor, yeni bir çözüm yolu buluyor, yeni bir ülke kurup, yine bir ülke deviriyor, kahvehâne kültürünü gazetelerde, sosyal medya denilen soyut platformlarda bi'güzel yaşatıyoruz. İşin dedi-kodu boyutu ve asparagas yanıysa kahvehâne kültürünün geldiği son nokta. Türkiye'de yapılan gazeteciliğin / habercilik anlayışının ( siyasî haberciliği kastediyorum ) kulaktan dolma ve sahaya inmeden yapılan  " Şu öyle demiş " gıybetinden  ve " böyle takım mı olur " Hikmet Karaman'cılığından fazla da farkı yok. Siyasî olarak vasatın vasatı olan bir ülkede, halka doğru bilgiyi vermek ve siyasetçileri de konformizmden uzaklaştırmakla yükümlü olan insanların, bazen siyasîlerle olan yakın ilişkileri ( gerçi bunu patronları istiyor ), bazen de üşengeçliklerinden dolayı, işi habercilik olmayan insanların da yapabildiği ' bu böyledir ' kolaycılığına kaçmaları, aslında siyasetle haşır neşir olduğu varsayılan insanlar meydana getirmiyor, aksine apolitize olmuş ama bunun farkında olmayan insanlar topluluğu hâline gelmemize yardımcı oluyor.




9 Temmuz 2012 Pazartesi

Sehpa


sehpa
mecburuz ikimiz de aynı sehpayı kaldırmaya 
bizdeki bu nefis oldukça 
ömrüm verimli değil, sürekli tutukluk yapıyor, 
namlumu da temizlediğİmi sandım, müstekbir ideolojiler ömrümü kısaltıyor  
en ince damarlara kapiller diyoruz, 
sürekli aynı öyküden dem vuruyoruz 
kanım, damarlarda dolaşmıyor artık,
herhâlde kendimizi avutuyoruz 
kemendimi bir tek sana bağladım, 
mübadelede yanıma sadece ben’i aldım 
ben’i sana teslim etmek istiyorum  
sehpayı, zor günler için yanıma aldım

5 Temmuz 2012 Perşembe

Memet Baydur'un bir oyunundan seçmece

" düşününce elleri ağrıyan insanlar vardır ya. sen de onlardansın işte.
bir uçurumun kıyısında vals yapan insanlardır onlar.
ayakları bir sürçse, yanlış bir adım, geriye dönük ufak bir dalgınlık yeter o çığlığın içine yuvarlanıp yitmelerine....  ama sürçmez ayakları, yanlış bir adım atmazlar, küçücük olsun bir dalgınlık göstermezler ve... devam ederler o çığlığın kenarında vals yapmaya. düşününce elleri ağrıyan insanlar.
beyaz bir duvarın üstünde kayar gibi uzaklaşan gölgeler... "


1 Temmuz 2012 Pazar

Tavsiyeler ( 140 - 168 )

en başta kendim için yazmıştım, toplu hâlde yazmak herhâlde en iyisi. twitter kafayı yediğinden, kaçta kaldığımı bulamadım. twitter kendine geldiğinde eski tavsiyeleri de burayı aktarırım. umarım. umdum, oldu.

 not : doğaçlama olarak ve şimdi yazılmıştır.

tavsiyeler no. 140 : oyalandığımız dünya, oyalanmaya değsin.

tavsiyeler  no. 141 : İnsanları güldürmek için türlü şaklabanlıklar yapan, en sonunda maymun muamelesi görür. maymun olmayalım.

tavsiyeler no. 142 : dost, dostun yongasıdır. kredi kartı geçmez. hakiki dost edinelim.

tavsiyeler no. 143 : Allah'ın rahmetiyle tecelli etmesi için, duâ edelim. bir bilenin dediği gibi ; ' adliyle tecelli ederse yanarız. '

tavsiyeler no. 144 : reformistlere ve akıl tapıcılarına aldanmayın.

tavsiyeler no. 145 : yaz günleri geldi, nasreddin hocayı haksız çıkarmak için , pencere açık yatmayın.

tavsiyeler no. 146 : zulüm asla galebe çalamayacaktır, bir şey istisnâ; zulme lâyık olmayalım.

tavsiyeler no. 147 : gönül dediğimiz bütün âzaların karargâhı; aklı da yöneten kalptir. bunu bilmeyen aklınla gönlünü kontrol etmeye çalışır. gönlümüzü temiz tutalım.

tavsiyeler no. 148 : anladık, çok hırslısın, iyi bir konumdasın, zekîsin, ama muhtaçsın. muhtaç olan, muhtaç olduğuna kulluk etsin. Eğer muhtaç değilsen, bu dünyada yaşama.

tavsiyeler no. 149 : İllâ bir takımı tutacaksanız, beşiktaş'ı tutun.

tavsiyeler no. 150 : Tembellik kadar tembel bir şey yok, ama çalışkanlığı, mal toplayıp, gösteriş yapmak adına kullanmayın.

tavsiyeler no. 151 : herkese hakkınızı helâl edin. bir bilenin dediği gibi; " İşimiz ahirete kalırsa, alacaklı giden borçlu çıkabilir. "

tavsiyeler. no. 152 : mazlum her zaman bedduâ edebilir; israil'in siyonist yönetimine bedduâ etmek mecburîdir. bedduâ edelim. duâyla bir şey değişmez diyen, Allah'ı tanımıyor demektir.

tavsiyeler no. 153 : imgelere hapsolmayın. gölgeye kayıtsız inanan, gölgeyi bi'halt zanneder.

tavsiyeler no. 154 : siyaseti siyasetçilere bırakmayın.

tavsiyeler no. 155 : en büyük ışığın karanlığı delmesi için, küçük ışıkları söndürün.

tavsiyeler no. 156 : Big lebowski, ne big lebowski, biz olmayalım big lebowski.

tavsiyeler no. 157 : peri kızı diye iltifatta bulunmayın. peri farsçada cin mânâsına gelmektedir.

tavsiyeler no. 158 : doktorların her dediğini yapalım mı, yapmayalım mı bilmiyorum. şimdi de fazla su içmeyin demişler.

tavsiyeler. no. 159 : penaltı atarken kalecinin gözlerine bakın.

tavsiyeler no. 160 : zorla instagram olmaz. anlayabileni uyarın. ( ben meselâ anlayışlı değilim )

tavsiyeler no. 161 : radara yakalanmayın.

tavsiyeler no. 162 : bir yerlerden gitmesini bilin, bilelim, bildim.

tavsiyeler no. 163 : çocukla çocuk olun.

tavsiyeler no. 164 : Mimarî olarak rezil bir hâldeyiz, şehircilik ve mimarî  demek insanları kente ve anlamsız binalara hapsetmek olmamalı. mimarîyi önemseyin.

tavsiyeler no. 165 : insanların hatalarını affedin.

tavsiyeler no. 166 : müslüman olmanın kıymetini bilelim.- ki bu nimet elden gitmesin.

tavsiyeler no. 167 : sıradaki olmamak için sıranızı savın.

tavsiyeler no. 169 : din varken, felsefeye hiç mi hiç ihtiyaç yoktur. felsefeye dalmayın.


26 Haziran 2012 Salı

Bir Ayrılık (codayi-i nadir ez simin )


 " sinemada iranlı bir film oynuyordu, salonlar gördü 
'bir ayrılık' tahran'da geçiyordu, tahran gördü "  -   Selim Özban.

Not : Selim kardeşim için yazılmıştır;   

filmin analojisine geçmeden önce, ortalama olarak şunları söyleyerek başlayabilirim ;  
bazı filmler vardır, gerçeğe işâret ederken muhatabları o gerçeğin dışında olabilir. bu film gibi. 
hayatta gûya figüran olan insanların, hayat hikâyeleri çok cezbedici olabiliyor değil mi ? 
hani, bazıları tarafından  burun kıvırılan, dışardan empati goygoyculuğuna teşne yapılan insanları sanat olarak izlemek çok kolay, evet.  iki saat boyunca ( ben dâhil ) bir kadının / erkeğin dramına şâhit olmak, üzerimizden büyük bir yükü alıyor. İki saat boyunca hayâl perdesinde kendimizi o erkeğin / kadının yerine koyuyor, bu coğrafyaya ait acılara ( bazen yönetmenler batıya şirin gözükmek için, abarta biliyorlar ) Bir Ayrılık filminde olduğu gibi ortak oluyoruz. ( yersek ) 

Filmdeki ana karakterlerin ( nadir - simin )'in mağarada oyalanan zincirli esirler olduğunu ( simulacra ) anlamak çok da zor değil; birisi ışığı görünce, diğeri karanlıkta kalıyor. diğeri ışığı görünce, bu sefer öbürü karanlıkta kalıyor. ama, adâlet her zaman ışığı görenler üzerine işletiliyor. adîl olmak, biraz da kişinin nereden baktığıyla doğru orantalı bir şey, ama sadece belli olaylarda. bazen, hayat bizi belli şeylere mecbur bırakıyor. bu mecburiyet karşısında, hemen bir suçlu aramaksa, işin ne yazık ki kolay kısmı. Kadın karakterin ( simin ) mecburiyeti de, mücrim olmanın aslında çok basit bir  olgu olduğunun kanıtı niteliğinde. ortada bir suçlu ararken çok rahat davranabiliyoruz; ama mecburiyet nerede kaldı ? bu film, iran'daki sistem eleştirisinden ziyâde, ( ki genel itibâriyle, sistem eleştirisi yapılmıyor ) özgürlük mefhumunu anlatan ve insan mecburiyetinin simgesi olarak, kaçış niteliği taşıyan, sorgulanmamış acıların hududunun ne olduğunu anlatan, güzel bir film. 

- benim güzel bir film demem, hiçbir şey ifâde etmez. -  

fİlmin bana göre en önemli yanıysa, sadeliğin yapmacıklığa ve  gösterişe her zaman galebe çalacağını bir kez daha  göstermesi oldu.  

asghar farhadi'nin son yıllarda yapılan en güzel filmlerden birine imza atmasındaki en önemli neden de, bana göre sadeliği  gösterişe tercih etmesidir.  

not 2 : filmin eleştirilecek yanları elbette var, ama yönetmen kafasından geçenleri filme olduğu gibi yansıttığından, bize söyleyecek söz düşmüyor. 

not 3: filmler kişiler için bazen özdeşleşiyor ya, selim için de öyleydi. bana kalırsa, özdeşleşmemeli............................................................................  ............................. ama özdeşleşiyor işte, elimizde değil.. 






21 Haziran 2012 Perşembe

çayımdan geçen söz kırıntıları


Çayda bilinemeyen bir sır var, içerken bulmaya çalışmayacağım.

Monotonluk kadar monoton bir şey yok.  
  
Resmîyet, insanların üst perdeden konuşma ve emir verme kılıfıdır.  

Çay var, sıkıntı yok. 
  
Bugünün işini yarına bırakırsam yarın yapmak zorunda kalırım. hiç akıllıca değil. 

İnsan da aslında herkes niceliğine sahiptir. 
  
Sâhi, misket oynayan çocuklara n'oldu ?  

 Düşüncelerime ket vurursam,  müesses nizâma alışabilirim. 

Konformizm adına bu koşuşturma çok saçma, konforum kaçtı. 

 " İyi ki aklımdan geçenleri kimse duymuyor. " herkes, hayatında bir kere bunu düşünmüştür. benim neyim eksik ?

" Az güler, çok ağlardınız. " ; çok da gülünecek bir şey yokmuş. 

Tebessüm en etkili silahtır, şarjörü boşaltınca.

Cevaplanmamış soru kaldı mı ? 

Dedemle samanpazarına gitmeyi özledim, ama artık dedem yok.

Başlangıcı olan bir şeye sonun var, denir mi hiç ?   

Bir konuyu uzatınca, kısalıyor. 
  
İnsanın hayatı tek kişilik.

çayımı tazeleyim.





20 Haziran 2012 Çarşamba

Siyaset


Siyasetin ne denli önemli bir şey olduğu konusunda o mâlum düsturu tekrar etmek istemezdim, ama mecburum : siyaset yapabilme özelliği, insanda bulunması lâzım olan hasletlerden biridir. nasıl mı ? ( her zaman kendi kendime soru sormak istemiştim )  örneğin, çevreyle ( insanlarla ) olan ilişkimizde, bizi hoşnut etmeyen , hattâ bizi çileden çıkaran onlarca mes'eleyle karşılaşıyoruz, fatma abla. peki fatma abla, bu sorunun / sorunların siyasetle ne ilişkisi var ?

siyaset yapabilme özelliği, menfî bir durumla karşılaştığımızda, ilk önce kendimizi teskin etmemize yarayan bir silahtır. bir insan, senin kafanı bozabilir. sen, eğer o insanın suyuna gidersen, kürek çekmekle yorulmazsın. eğer kürek çekmekle vakit kaybedersen, ya o suda boğulursun veya küçük bir mes'ele, korkunç bir boyut kazanabilir. evet, elitist takılıp, bazı şeylerden uzak durabilirim ya da tepkisiz kalırım dediğini duyar gibiyim; ama hiçbir insan, diğer insanlarla olan ilişkilerinde kendi kabuğuna çekilemez. Çekilirse, en başta kendisi bir sorun mahiyetini kazanır. -  ve bunun pragmatizmle organik bir bağı bulunmamaktadır. siyasetin temel prensibi esasında, çift taraflı memnuniyettir. yâni, alan razı, satan razıdır. diğer bir konu da, siyaseti kullanarak, arkadaşlık bağının güçlendiği; yine insanların, diğer insanlarla ortak bir paydada buluşabildiği; müspet bir hadisenin siyaset aracılığıyla çok daha kuvvetlenebildiği; yine dediğimiz gibi, menfi bir hadisenin müspet bir  şeye bile evrilebildiği; önyargılardan arınılabildiği; gibi... şeyler  siyasetin prensipleri ve kazançlarındandır. -

( buraya kadar olan yazı, biraz pollyannacılık kokuyor. ve zâten insanî boyutu. buna katılıyorum. ama, siyasetin nefret edilen bir konu olması, - ben de siyasetçiler yüzünden nefret ediyorum.* - siyaseti kurumsal bazda kullanıp, nefret edilmesini sağlayanlar yüzündendir ki, siyaset kurumu / parti aracılığı bunun baş müsebbibidir. )

siyaset kurumu, tarihsel süreçle ele alınması gereken bir araç : bugün gelinen noktaysa, bu kurumun salt insana fayda getirme / insan için çalışma umdesinden ( ilkesinden ) sıyrılıp, monarşilerin yerine ikâme edilen bir sistemin, sorgulanmasına  kadar gitmesine yol açmıştır.

Bacon'un temellerini attığı düşüncelere tezat ya da paralel bir şekilde, rüşvet suçundan suçlu bulunması, dünya üzerinde görülen en trajikomik hikâyelerden biridir. kendini o veya bu şekilde >>>( bana göre çok büyük yaralara da sebep olmuştur. ) bilime adayan bir insanın, insanî zaaflarına yenik düşüp, siyaseti yücelttiği bir ortamda, siyasî argümanların, siyaset üzerinden çıkar ilişkisine önayak olması, insanın kendiyle olan çelişkisidir.  ( kendisi bilim insanı olmasının dışında, bir  siyasetçiydi ) buna , gücü elde ettiğinde yavşaklaşma da diyebiliriz.

yavşaklaşma temayülü,  aynı ata bahis oynayan birbirinden habersiz  kardeşleri andırmaktadır. o at, yarışı kazandığında veya kaybettiğinde kardeşler, sevinci veya hüznü tek başına yaşamak zorunda kalırlar. siyaseti kullanıp kendini tatmin etmek de, at yerine insan üzerinden olduğundan, ehil olmayan kişilerin elinde insan üzerinden bahis oynamaktan farksızdır. dolayısıyla, bugünkü pragmatizm temelli siyaset, yönetttiği sınıfı ileriye taşımaktan / tekamüle uğratmaktan / onlar adına güzel bir şeyler yapabilmekten / ve en önemlisi hizmetten azade olarak, devam edegelmektedir. ( tabii, arada iyi şeyler de yapılıyor )

siyaset, çok çok uzun bir konu olduğundan, " söz uçar yazı kalır hesabı " ve " kısa kes aydın havası olsun güdüsüyle "  bir şeyler yazmaya çalıştım.

son olarak, yine de siyasete olan ihtiyacımız, siyasetçilere olan ihtiyacımızdan daha fazla. insanlar gelir geçer, kurumlar bâki kalır düsturunun hepimiz bilincindeyiz. ( klişe ama öyle, öyle öyle, gerçekten öyle, öyle ya,, tamam öyle ) sade vatandaşların siyasetle olan ilişkileri siyasetçiler kadar samimiyetsiz olursa veya siyaseti ' laf geçirme sanatı ' olarak anlarsak, bazı şeylere müstehak olduktan sonra, siyasetçilere çemkirmemiz hiçbir şey ifade etmez.





13 Haziran 2012 Çarşamba

Polis

  Murat ağabey'e .....

filmin takeshi kitano'ya olan saygı duruşu bir yana, onur ünlü'nün alt metin olarak sunduğu ögeleri anlamayıp, çamura yatan insanlara bir kova dolusu şiddet armağan ediyorum.

musa rami karakteri, derdini şiddetle boşaltıyor. âşık oluyor, ama aşkla ölüm arasındaki ince çizginin ultrasonunu çekerken, heidegger'ın yaşam ve ölüm sarmalı hakkındaki yazılarına bir göz atma fırsatımız olsa, onur ünlü'nün bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu anlayabiliriz. bir yönetmen absürdizmi kullanabilir, ama bunu yaparken gerçekle olan ilişkisinde bu kadar doğru şeylere dikkat celbedebiliyor ve izleyiciye ölüm ve yaşam hakkında bu kadar ince espriler sunabiliyorsa, polis filminde olduğu gibi de, musa rami karakterini kült karakter statüsüne rahatça yükseltebiliyorsa, ergenliği bırakıp, saygı duymaktan başka bir çaremiz yok.

insan madde perdesini yırttığı zaman, sevgi istidatından dolayı her şeyi yapabilir; mal olur, sever, âşık olur, sevgisine nefsini bulaştırmadığı sürece o uğurda musa rami karakterinin yansıttığı gibi, ölümü isteyebilir. sevgisinden sarhoş olduğundan, ölümle bağını hiç koparmaz. Hastalığını düşünmez, ve hattâ hastalığa da sevgisinden dolayı başlar veya nükseder. bunlar olağan şeyler ama onur ünlü bunları yansıtınca anlamayabiliyor veya anlamamazlıktan gelebiliyoruz.

Ölüm konusu çok çetrefilli bir konu; ölüm aslında özgür olmadığımız bir mekânda dünyayla olan bağlantıımızın  çıkış kapısı. dünyayla olan bağlantımızdan dolayı da, ölümü istemiyor,. Ölüm gerçeğini öteliyoruz. İşte, tam bu noktada musa rami âşk sarhoşluğunda karşı taraftan beklediğini bulamayınca, ölümü isteyebiliyor. çünkü, insan doğası gereği sevmeyi seviyor; maddeden çıkınca da, ölümle yaşamak arasında bir ünsiyet olmuyor.

(onur ünlü'nün polis filmi bu gerçeklerin ağababasıdır. sekanslardaki ayrıcalığa ve haluk bilginer dışındaki karakterlerin de enfes oyunculuğuna girmiyorum.)




10 Haziran 2012 Pazar

Kibre araç olanlar kulübü

Zerreyi kemirince, büyük resmi göremiyoruz. Zerreyi, hiç umursanmayacak şeyleri umursama illetinden dolayı, başka insanların anlamsız kibirlerine araç oluyoruz. insan, evrenin prototipi olduğuna göre, köklerimizi nerede bulacağız ?

kök dediğimiz şey, narsisizmin - narcissisme originaire - kucağına düştüğünde, bu yamulmuş manzara karşısında simetri hastalığına yakalanmak istenen bir şey olmasa gerek; bir insanın kendini tatmin için yapmış olduğu şeylere, bile bile aracılık etmek,  gerizekâlılıktan başka bir anlama gelmiyor.

 insan, kibrini aşarsa, değersiz olduğu sanrısıyla kuvvetli bir travma geçirir herhâlde : tatminsizlikle gelen şuursuzluk, şuursuzlukla gelen ' diğer insanlara araç gözüyle bakmak ', esasında orospu çocukluğunun mümessilliğidir...


7 Haziran 2012 Perşembe

Medianeras


el secreto de sus ojos filminden sonra arjantin sinemasında  'bir hinlik var ', merakı mıdır ya da arkadaşımın tavsiye ederkenki heyecanından mıdır bilmiyorum, büyük bir iştahla filmin başına oturdum. bildik artistliklerin dışında, ezik ruh hâlinin her yerde aynı olduğuna bir kez daha şahit olmak, pek de iyi olmadı. filmdeki içsel bunalımların, yalnızlaşmanın ve kalabalıklardan hazzetmemenin anlatılışı güzel olmasına rağmen, herhâlde yönetmen, bu sorunların kendi kendine olduğunu zannetmiş olacak ki, insanı rafine edeyim derken, aslında yalnızlaşmayı sözüm ona '  başına buyruk ' insan üzerinden açıklamaya çalışması, beni benden aldı.
  
 İnsanın zorumluluklardan / moderniteden muaf olması, bazı şeylerin keşfine sebep olabilir yalnışlığı, en sonunda hiçbir insanı umursamamak şeklinde tezahür edebiliyor. bazı zorumluluklardan muaf olmak, insanın kendi keşfini  - hazırcılığa konarak -, başka insanlardan/ devletten / toplumlardan bekleme kolaycılığını beraberinde getiriyor.  

peki, sen n'aptın at kafası ? 

bugünkü amaçsız delilikten herkes rahatsız, ama sen ( yönetmen ) başka türlü  bir yapımcılık ideolojisiyle, gayret etmenin yerini, yenilmişlik konformistliğiyle kapatmaya çalışırsan ve bu bir ' üst sınıf 'a ( diğer insanlar yanlış
yapıyor, biz hayatın sırrını çözdük / ama mutsuzuz ) sebep oluyorsa, asıl amaçtan ne yazık ki çıkmış oluyorsun. 

eutopie - güzel yer - paradoksu, filmdeki kadın karakterin hayatla olan mücadelesinde kullandığı bir metafor. güzel bir yer olmalı, ama nerede ? 

içinde... ( yok lan, espri değil, yok lan düşündüm de, espriymiş )
  
eutopie, bazı normlardan uzak kalarak, chaosmose'den sonra - kaos geçişimi - zevk tasarrufu panayırına geçiş olarak nitelenebilir.

işte kadın karakterin ( adını unuttum ) güzel bir yer var ama ben giderim ya da gitmem, kime ne ? güdüsü, filmin sinematografik olarak ve anlatış güzelliği dışındaki anlattığımız noksanlıklarının tercümesi.

sözü uzatmadan, izleyin ama izlemekle de çok şey kazanmazsınız. veyahut, izleyin. o kadar dandik filmin arasında yine de güzel ve izlenebilecek bir film. 

  

Öylesine


kesin bir dille ifâde etmek gerekir ki, alışkanlıklar hayatı saçmalaştıran, düzen uğruna düzensizliğe neden olan eylem çeşitleri.

meselâ,  alışkanlık organize müdaafanın harekete geçiricisidir. - mobilisatrice - 
     
 alışkanlıklarımızla kendi koruma sahamızı oluştururuz. bu sahada herkesin yaptığı veya kabul ettiği şeyler, bizim için yapılabilecek şeylerdir. bu sahanın dışına çıkmak, bir nevi korku alanı gibi dikte edilir. bu sıradan alışkanlıklar, hayatımızın otokontrol saikidir.  

o zaman  istek - desir - bunun neresinde ?   

alışkanlıklar, insanı bunaltan, bunalttığı kadar da isteği/ istekleri körleştiren şeyler...  
  
bugün körleşmek istemiyorum anne... 

6 Haziran 2012 Çarşamba

Ego


hayâller, benliğine fetişistler, her taraftalar ve uçuşuyorlar;  egoya/ ben duygusuna eşlik eden her şey, emeksiz ve yalan bir arayışa neden oluyor.

arzu, ben sevdasının uyandırıcısı rolündedir. bu hâl, dalga - parçacık arası kocaman ( aslında küçük ) bir denizde dalgıç olmaya benziyor ki, ego denizinden inci - mercan çıkarmak ancak ve ancak ego kevaşelerine nasip oluyor. her ölümüyle doğan, her doğumla ebedileşen toplum, ' ex nihilo ' -yoktan varolma- kıskacında egolara teslim oluyor. Teslim olan toplumun, sonunda bireyleri kendi olmaktan çıkarma gibi bir istemsiz sorumluluğu da var. ve bu hâl, en sonunda adsız insanlar topluluğuna kadar gidiyor.

4 Haziran 2012 Pazartesi

krzysztof kieslowski


kieslowski, sinemanın pozitivist sosyolojiye bağımlı yönetmenleri arasında, ' kader ' tahtına binip tebaasını dürten bir yönetmen olmasının dışında, bir dostun dediği gibi, ' insanın kafasında soru işaretleri bırakmayı âdet edinen ' yönetmenlerin bana göre biraz ötesindedir. bana göre olduğu için kimse dikkate almayabilir, sinema da zâten hayâlin yorumudur. Bağımsız sinema dediğimiz alanda, dehlizler imgeden daha fazla yer aldığı için, - hele ki, bu yoruma dayalı bir sinemayı kapsıyorsa - herkesin nalıncı keseri kendinde olup, istediği gibi yontma hakkına haizdir.

kieslowski'nin ünlü renk üçlemesindeki ' kader ' ritüeli, insanın zihninde yer alan bilmeceler patikasının en sınırsız izdüşümüdür. Bazen insanlar - fazla da olabilirler - yollarının bir ormana düşmesini, modern hayattan azad olmuş yerlere gitmeyi arzu ederler. Fransızlar buna ' pré secret ' demeyi uygun görmüşlerdir. kieslowski, pré secret mefhumunun, herkesin cenneti kendine yerindedir. öyle sır bir konu da değil; bu cennetten murad, sınırları olan cennettir. ve herkesin cenneti belki de hayâl âleminin sınırları kadardır.

three colors blue/red/white filmleri, recoins ımprévus  - beklenmedik yerler, ya da bilinmedik yüzler- arenasında, 'sizi mutlaka bir kader bekleyecektir' belirginliğinin vücud bulmuş hâlidir.

aşağı yukarı aynı olan toplumlardaki zevk bağnazlığı, popüler kültürün ittirmesiyle bir şeyleri rayından saptırıyor.

naif olmaksa, bu bağnazlığın en zorlu tarafı. kieslowski ve bunun gibi yönetmenlerin sanat denilen devasa ve herkesin başka başka zevklerinin olabileceği bir alanda, aristokrasi diyebileceğimiz anlamsız tekelden berî filmler yapabilmesi çok zor olan bir şeydi; sanatı burjuva müptezelliğinden kurtarmak öyle kolay bir şey de değil aslında. - burjuva derken, zihin genişlemisini güçle ( bu genel itibariyle paradır ) elde edeceğini sananları kastediyorum.- kieslowski, tüm zorluklara rağmen, bu tekinsiz ve gösteriş budalası ormanda ağaç olmayı başarabilmiştir.

lacan 'ın önemli bir sözü, kieslowski'nin özeti olabilir : ' je suis loin de l'ideologie '; yani, ben ideolojiden uzağım. kieslowski'nin ideolojik bir derdi olduğunu haddinden fazla dillendirenler varsa, lacanvari bir ideolojisi olduğu şerhini düşebiliriz.

bu konuyu daha da uzatabiliriz ama benim işim var ve kieslowski bana göre ( bana göre, çok etkili bir silahtır ) sinemaya ilgi duyanların atlamaması gereken bir yönetmendir.




1 Haziran 2012 Cuma

Erkan Oğur



gamın yükü de oluyor ya, ona...

erkan oğur'un yorumu anka kuşuna benziyor ki, dinledikçe küllerinden yeniden doğuluyor. bu bilinen bir şey..

aslolansa, erkan oğur'un yorumuyla hatırlanan gamın, yâni hüznün, insanın içişlerine olan katkısı.

Günümüzde bütün sahalarda olduğu gibi, matem (gam ) alanında da müthiş bir kapasitesizlik mevcuttur. bu böyle değil, diyenler için de yine müthiş bir mülksüzleşme söz konusudur.

kimi psikanalizciler psyche'i iki şık arasında değerlendirmişlerdir;

1-) agnoisse, angst, angwish veya boğuntu, yürek sıkışması .

2-) gam..

birincisi, insanın matem özelliğini yitirdiğinde ortaya çıkan, ben ne hâldeyim, nerelere gideyim, hayatım orjinal mi ? bataklığına saplanmasıdır ki, sonu iflah olmaz ergen romantizmidir. İleriki yaşlarda da tezahür ederse, insanı mal derecesine indirir. indirir indirmesine ama  boş işler sorumlusu olduğunu bilmeden, aslolan gamı( hüznü ) ıskalayan insanlar, dünyaya karşı savaş hâlinde oldukları avuntusuyla hayatlarını mahvederler.

ikincisi, erişilmesi zor olan bir hüviyettir. gerekli olan gamın dışına çıkılması, en nihayetinde depresyona kadar gideceğinden, denge unsuru olarak gamın umutla olan paralel ilişkisi de göz önünde bulundurulmalı.

erkan oğur da, türkülerin kahir ekseriyetle yakaladığı gam bilincinin zamanımızdaki , belki de en değişik temsilcisidir.


29 Mayıs 2012 Salı

ins

sana bir şey deyim mi ?
ya da boşver, kalsın
veya içimde kalmasın
 reel değilsin

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Cümle içinde

bir savurganlık kuma saplanıyor
tereddüt bahçesinde ahalinin
bellek yitiyor ve yitiyor külliyat
savrulup gidiyoruz güvendiğimiz, yaslandığımız dağlardan
seferberlik emri çıktı, erimiş saatler başkanlığından
sadâkatimize saplandı küskün bir ahtapot
öfke,  
dikenli teller batacak yarının ayaklarına
yitiyorsun amaçsız baharlardan
kuşluk vakti helyum orduları
ferahlatıcı
ama asparagas haberler yayılmış umut üzerine
zorluklar vahaya, temenniler ledün'e...

Baştan say

cisimleşmemiş bir karanfil filizlenir
körlük payitahtında
düşünce otu biter
meczupların komuta merkezlerinde
elif , lam, mim yeniden mânâ kazanır
hayat, lirik bir dramadır adeta
farisi diline vâkıf eşsiz martılara
başıboşluk zamanlarında sükûn eder
his
vehim atını sürer
sözde duyarlılık makâmına
pencere kenarında iki kara kıta bülbülü
düşer hasır seccadeye
buradan giden de işte şurada
 ' hayat devam ediyor '  der, teyit edilmiş söğüt yaprakları
hayat, öğütür zindanda kalanları


14 Mayıs 2012 Pazartesi

isar

isar anlayıp hazmedilseydi, elitist olmak için bu kadar debenilmez ve çoğu şey çok daha farklı ve iyi olurdu.

Ezber İdeolojisi


Lugat anlamıyla türk resmi ideolosi de deniyor. Eğitim sistemimiz yıllardır tek tip insan yetiştirmeyi görev addettiğinden sonraki nesiller de aynı terâneyi sayıklayıp duruyor. Güzide ülkemizin ezber ideolojisi gibi bayatlamış pastacıktan bu denli haz duyması, ezberciliğin ya da hayata ' bir şeye odaklan, eğitimini hallet, iyi bir iş sahibi ol, evlen ' - -  ' kimseye kendini ezdirmemek adına sen başkalarını ez '  - -  ' fedâkârlığın çıkar getirsin, şu derslerine iyi çalış ' --  ' konformizmin nimetlerinden yararlan,, ' bir şeyi merakın sana sağladığı çıkar doğrultusunda olsun;;; ' - -  ' kendine olmadığın payeler ver ' --  ' araştırmayla uğraşma, önüne geleni kabul et;; ' vesaire.. mottolarla bakılması olsa olsa narsist bir neslin kapısını açıyor.

ezbercilik kıskacıyla sıkıştırılan insanların kolaycılığa tutkal olması kaçınılmazdır. Eğitim sisteminin zamanında körüklemiş olduğu bu yangın toplumun değişik katmanlarında, farklı bir şekilde ayyuka çıkarken, kerameti kendinden menkul  ' biz sizin için en doğru kararı veririz, tarih bizim yazdığımız tarihtir, ilmin sınırlarını biz belirleriz, sosyal adâlet bizden sorulur ' yaklaşımı, ezberciliğe zemin hazırlıyor hazırlamasına, ama olan at gözlüğü sponsorluğunda hayata bakan bazı insanlara oluyor.


Zeitgeist


Başı sıkışanın can simidi niyetine sarıldığı ucu açık / kapalı kavram.

Zamanın ruhu mefhumunu anlayabilmek için ilk önce Hegel'in diyalektik söylemini incelemek gerekiyor. Değişimin çatışma doğurduğuna inanan Hegel, bunların arasındaki ilişkinin de bir yerde tıkandığını diyalektik söylemiyle açıkladı. Bunun gibi zamanın ruhu da, eski yöntemlerin tarihsel bir süreç olduğu, veya başka bir deyişle, şu an yaşanan olayların dengeye gelmesi gerektiği, Hiçbir nedenin çatışma doğurmaması lâzım geldiği öğretisidir. Bunun finali diyebileceğimiz nokta da, değişmeyen idealler mutlak idealizme göz kırpacaktır sanrısıdır.

bugün, bu mefhuma balıklama atlayan insanlar çatışma nazariyyesini öyle bir noktaya getirmişlerdir ki, söylemin içi hiç olmadığı kadar boşaltılmıştır. Devletçi idealar, Otorite denilen sanal aygıtı sağlamlaştırmak için dünyada emperyal saiki kuvvetlendirmiş, zaman ve buna bağlı " güç " muhayyilelerini bu ve bunun gibi uçu açık kavramlara yamama gereği hissetmişlerdir.

Hegel ayrıca , sağ ve sol diyebileceğimiz ideolojilere de referans kaynağı olarak, ilk defa birbirine taban tabana zıt ideolojilerin fikir babası olmuştur.




9 Mayıs 2012 Çarşamba

Görüntüyü kafaya takma dostum

Dün bir arkadaşımızla olan sohbetimizde; Güneş'i çok sevdiğini, güneşin de o'nu çok sevdiğini,  sonra da klasik bir biçimde karşı tarafın kendisinin ay olduğu için, ayrı saatlerin insanlarıyız diyerek, üstüne monotonluk gibi monotonluk pezevenkliği yapan bir kelimenin de sığınak olduğu bir süreçle güneş'le yollarının ayrıldığından dert yandığı bir sohbette, arkadaşımın hüznüne şahit olmaktan çayıma odaklanamadım. İçtiğim sigaralar da cabası. Ayrıca arkadaşımın hüzünle dans ettiğini görmüş olduğumdan dolayı gönül tellerim düşüncüme battı. Şimdi, belli bir noktada teselli verme çabaları  empati samimiyetsizliğine yol açabileceğinden, değerli bir insan olduğuna kefil olduğum birisine   'takma kafana' gibilerinden şeyler söylemiş olduğumu düşününce, görüntüye hapsolma diyememenin sorumluğu bana bu satırları yazdırıyor.

Görüntü; yâni zılli gerçek addetmek, insanî gerçekleri bu olayda olduğu gibi, insanın kendisini başkasının kendisine atfettiği değer kolaycılığıyla kıstlıyor. Bana gerekli değeri vermedi, öyleyse ben değersiz bir insan mıyım ? - hayır değilsin, çok değerlisin... Beni yarı yolda bıraktı, ben sıkıcı bir insan mıyım ?- hayır, aksine senle muhabbet etmek çok zevkli.  Gelecek kaygısı mı oluştu ? - öyle bi'insana değer vermen hata.  Niye böyle oluyor ? - böyle olması doğal, görüntüye hapsolmuşsun. Bana döner mi ? - Bırak lan, dönmesin. Bir kelime, bir tebessüm, bir ağlaman, o'na yazdığın bir şiir ( yapmasaydın aslında ), sallapati tarzının olmayışı ve öylesine görüşmemen ona yetmiyorsa, bırak lan ! düşünme, karşı tarafın kibrine araç olma, sevme lan ! takıntı yapma, takma.... Takıldıkça karşı taraf kendisini bir şey zannedecek. Âşk buysa, batsın lan bu âşk. Yüzüne diyemedim,  bâri bunları yazayım....

Nasıl olsa okursun.

Değerlisin...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Nükleer Başlıklı Kız


İran ile İsrail arasındaki gerginliği sadece Nükleer krize indirgemek başlı başına safdililiktir ve bunu aklı başında herkes biliyor. Bugün dezenformasyon taarruzunda savunma güdüsü olarak, yalnızlaşıyoruz; yalnızlaşırken de komplo teorisi gerçeği yamultuyor ya da gerçek komplo teorisi diye güdük bırakılıyor : Düşünce süzgecini kalıplaşmış kavramlar ile tıkayan, loplarını çalıştırmaya üşenen, üşenirken de dezenformasyon silahının namlusu olan insanlara rastladıkça araştırmanın veya hazıra konmamanın ne kadar ulvî bir şey dair inancım pekişiyor.

Geçenlerde kulak misafiri olduğum bir muhabbete teşne olmamak için, kendimi zor tuttum ama bol keseden atıp tuttukları için attıkları yemlerden nâsibimi almış bulundum. Bir insan Batının diline bu kadar hapsolmuşsa, uluslararası dengeleri her zaman güçlü kodlarıyla açıklıyor ve benimsiyorsa ve de bu insan çevresini de etkilemek için " Onlarda Nükleer güç var, haklarından gelinmesi lâzım " hazırcılığına konuyorsa, bir şeyler birilerinin istediği gibi şekilleniyor demektir.

Nükleer güç çabaları İran ya da başka ülke farketmez, hele ki İran'ın bazı tasavvurları göz önüne alındığında oturulup, tartışılması gereken bir konu. Ama İsrail gibi, siyonizme gark olmuş, kendi çıkarları için diğer insanları hayvan olarak görebilen bir yönetimin hamiliğine soyunmak ve israil'in elindeki nükleer gücü hiçe sayıp, bunu savunma için kullanıyor mallığına ortak olmak, hiçbir şeyle açıklanamaz.

3 Mayıs 2012 Perşembe

" Bir Deli Ellerini Arar "

Mehmet Selim Özban kardeşimin, Tûtî dergisindeki güzel şiiri. Böyle yetenekli insanlar umarım arada kaynamaz. Gerçi Galat-ı meşhur olmaktansa, kaynasınlar.  Şiirdeki şimdiki dünya algısı ve birkaç es geçilecek nokta dışındaki ahenk dikkate değer.   Böyle insicamlı şiirlerin ve gayretkâr kişilerin çoğalması dileğiyle;


" İnsan odalara girdi mi paslanır 
  girdabında odaların acı vardır 
beni yalnız bırakma odalarda 
tavan aralarında unutma beni 
düşün : bir deli ellerini arar   
 bizim ellerimiz var dağlardan yüce 
bu ellerimizle bu avuçlarımızla 
bu bitmeyen karanlığımızla 
güneşe çıkalım, biraz ısınalım 
 
eğme yüzünü çiçekler ölüyor 
hatırla : bir düşü büyüttük seninle 
çocuk bir ömrü paylaştık 
sevindiğimiz küçük şeylerdi 
bir bakışı , bir duruşu seviniyorduk ve hiç üşümüyorduk 
bir gülüş yetiyordu güneşimizi ısıtmaya 
sonra dünyamız güzelleşiyordu 
ve küçülüyordu dünyamız 
biz oluyordu 
sonsuz sevmelerimiz ve çekinmelerimiz vardı 
korkularımız - ellerimizde büyüyen - 
ve büyüyordu gözlerimiz yaş oluyordu 
elimizden hiçbir şey gelmiyordu 
korkuyorduk ve kalbimiz hızla atıyordu 
sonsuz girişimlerimiz oluyordu 
ellerimiz her gün büyük bir savaştan çıkıyordu 
ellerimiz dağlar kadar yorgundu 
acıyordu çok ellerimiz 
bir lakırdı söyle şimdi 
kar çok içten yağıyor bugün 
ilişmeyelim ve seyredelim sevgilim 
bakma öyle yüreğim burkuluyor, ellerimi kasvet bürüyor 
daha dün bakışlarını değdin, insanlar gördü 
sokaklar, apartmanlar, duraklar, banklar.. hepsi gördüler 
büyük kentler gördü, ezanlar okunuyordu 
sinemada iranlı bir film oynuyordu, salonlar gördü 
'bir ayrılık' tahran'da geçiyordu, tahran gördü 
bir çocuk oturmuş ağlıyordu, parklar gördü 
çiçekçiler görmedi, çiçekler gördü  
kitaplar gördü, nedense hiç okunmamış, yarım kalmış 
bir dilenci gördü, bir köprüden geçiyorduk öğle sonrasıydı 
sen küçük bir kızdın bakışlarını değdin 
gözler gördü 
senin elbiselerin vardı güzel giy onları gel 
benim ceketim uzun, sakallarım ellerimiz 
sevmelerimiz, çekincelerimiz, korkularımız, gözlerimiz, hepsini al 
ve beni yalnız bırakma odalarda 
tavan aralarında unutma beni 
sev beni yine sevdiğin gibi. "

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Dasein

 - Gecenin bu saatinde ve bu terim aklıma geldiği için, kendime teşekkür edemiyorum. - aslında sorun edilecek konular değil ama bu konuları kendine dert edinecek bir insanla bugün hasbihal ettiğimden dolayı, Dasen'i açma gereği hissettim;


 Dasein'in anahtarı ölümdür. Heidegger'in düşünce yapısı olarak dasein fikri, sonla hemhâl olan bir çıkarımdır. İnsanlar dünya ile olan ilişkilerinde varlık olarak tetkik edildiğinde, eğer bir şeylerden habersizlerse üst nokta onlar için ulaşılması gereken bir yerdir. Bu üst nokta, âmir olma, insanlara hükmetme, kâle alınma, vb. gibi insanın doğasında bulunan kaygılardır. Heidegger, aslında Dasein'i insan olarak vasıflandırnıştır. Ama, bu terimi kullanma nedeni, çatışan bir varlık olarak insanın hedefe ulaşması nazarında tüm hezeyanlarının ve gayretlerinin günün birinde son bulacağı yaklaşımıdır. Sonu olan bir şey bilindiği üzre acziyet içermektedir. İnsan muhtaç olduğu ve şehvanî ya da makam hırsını dizginleyemediği için, belli noktalarda çatışma içine girer, bu çatışma ayan olan bir şekilde egosantrik bir eylemdir. Heidegger, işte tam da bu noktada turnayı gözünden vurur ve çaktırmadan gerçeğe selâm çakar; Ölüm varsa, bu nümayiş neden acaba ? !


Baba


Nasılsın baba ? inşaallah iyisindir. Günde bilmem kaç bin kelimemi hebâ ediyorum, mugalatada master yapıyorum, ama senin hâlini soramıyorum baba. Bilmiyorum, senle çok fazla muhabbet etme fırsatı  bulamadık. Her şeyi içine atıyordun, içinden konuşuyordun, biliyorum beni çok seviyordun, ben sanki senin için bir şey yapabilmişim gibi belli konularda bana teşekkür ediyordun; şimdi onda biraz zorlanıyorsun. Kelimelerin anlamını şaşırabilirsin, bu senin dahlinin olmadığı bir konu, konuşma yetisinden de biraz mahrum kalmış olabilirsin ama ben seni anlayabiliyorum baba, merak etme. Aslına bakarsan, sana hâlini sormaktan korktuğum doğru. Bildiğim bir şeyi sormaktan korkuyorum baba. Konuşmayı çok fazla sevmezdin, ama ben senin gözlerinle çok muhabbet ettim baba.   Pencereden seni beklediğim günlerdeki gibi bir hâlet-i ruhiyenin tutsağı oldum, daha gölgende oyun oynamak istiyorum baba. Ben senin için hiçbir şey yapamadım aslında, sadece yaptığımı zannettin. Kendime çok kızıyorum baba, gönül isterdi ki senle çok şey paylaşayım, sevincimi, derdimi seni ortak edeyim. Şimdiki şürekam hayâlim oldu baba. Baba, ben seni çok sevdim, belli ettim ya da edemedim; ama çok sevdim be baba. Damarları boşver, onlar sana her zaman kötü davrandı, ama sen benim damarımsın be baba. Dimdik ayaktasın, yorulduğun zaman bana yaslanabilirsin.

Biraz daha sabret, şimdi iyisin ama şimdikinden de çok daha iyi olacaksın ve gölgende ben olacağım baba.


29 Nisan 2012 Pazar

das leben der anderen

Doğu Almanya'yı anlatırken / çözümlerken tüm despot rejimleri ayyuka çıkaran, Almanların sinema dünyasına kazandırdığı en önemli realist filmlerden biri daha.

Filmin girizgâhında ve sonunda ayan olan en önemli şey, ister sosyalist olsun isterse de diğer totaliter rejimler, düzeni sağlayan elitistlerin her türlü menfaati, devlet denilen heyula şeyi kullanarak halka zorla dayatmaları. Bu organizasyonların  en bâriz tarafı, lineer denklem gibi veya ona benzer bir şekilde kendi doğrusunu bir çizgi üzerinde halka baskı aracı olarak kullanma isteği. Filmdeki yazar karakteri ve ona baskı uygulayan kesim bunun en somut örneği niteliğinde.

Filmin geçtiği zamanlar Doğu Almanya'nın kendini ontolojik olarak sorguladığı dönemlere denk geliyor : Batı gibi küllerinden doğan, dünya düzenine entegre olmuş bir büyük kardeşin yanıbaşında,  retroaktif durumunu düzeltemezken, ekonomik ve özgürlük babında sosyalist sisteme zorla biat ettirilmiş insanlara daha büyük kardeşin durumunu anlatamamış olması, özgürlük denilen kavramın geçerliliğini sorgulama gerekliliğini içerirken, Doğu Almanya'nın çöküş süreci böylece başlamış oluyor.

Sosyalist sistemi muhafaza etmek için çalışan kesim bile, olayın vahametini ortaya sunuyor. İstihbaratta önemli kademede olan insanlar filmde olduğu gibi aslında rejim despotlarından rahatsız durumda. Filmde geçen bir sekansta olduğu üzre espri yapabilmek bile gizli kapaklı oluyor. Ama alt kademedeki devrim muhafızı diyebileceğimiz bir insana âmirinin yaklaşımı çok ilginç; mealen : " Korkma! baskıcı düzen de en nihayetinde bir yalandan başka bir şey değil; tek farkla, merhamet yok, onun yerine sahte sevinçler ve bağlılık var. "

Filmin teknik kısmıysa başarıdan ziyâde mükemmeli arayan yönetmenin taşları yerli yerine oturtmasıyla, iki saati aşkın bir film çabucak geçiyor. Oyunculuklar ise disiplinle özdeşleşmiş bir bölgeye nâzire yaparcasına çok iyi.

son olarak, benim aylar önce bu filmi izlememe vesile olan arkadaşa ahirette çay ısmarlamak istiyorum.

Modern köle

Şu anki çalışma hayatında olan insanların yaklaşık üçte ikisi. Kalkınma terânesiyle, olan ( bazı malların gereksinimi de sorunlu ) mal gereksiz konfor edinmek adına insanlara pazarlanıyorsa, bunun için de irrasyonel bir şekilde insanlar hayatın dışına itiliyorsa, kapitalist orospuluğu idâme attırmak adına insanlar robot gibi kullanılıyorsa, insanlar başını kaşıyacak vakit bulamazken, asosyal insanlar cümbüşü eşliğinde ağababaların karnı doyuyorsa, kölelik kimlik değiştirerek, hâlâ devam ediyor demektir.

27 Nisan 2012 Cuma

hayat

sen, sen var ya, bir pençe-i pir oldun sızımın kokuşmuş gövdesinde
ve canhıraş bir nükte, burnumun direğinde.

25 Nisan 2012 Çarşamba

ladri di biciclette

Realist filmlerin en iyilerinden, belki de mihenk noktası. ladri di biciclette , faşist İtalya'nın sefaletini göstermesi ve realist sinemanın en şâşâlı örneklerinden olması nedeniyle kült film statüsü kabilinden en başlarda yer almaktadır.

ladri di biciclette filminin en verimli örneği, basmakalıp sinema anlayışını tımar edip, yeni bir akımın başlangıcı olmasıdır. Film o zamanlara değin tenezzül edilmemiş bir şeye, realizme kucak açıp, bohçasını da vaziyet nazarıyla doldurarak, bir çocuğun hûlyâ arayışına sirayet eden mutlu olma arzusuna esatir ( efsane ) manzumesiyle değil,  gerçekçilikle cevap vermiş, haklı başarısına da popülerlikle değil, vârolanı yansıtarak kavuşmuştur.

Bu filmin bir diğer önemli özelliği, fantazm deryâsında halkını bîçare hâle getiren rejimlerin foyasını açık etmesi ve bisiklet gibi bir çocuğun mutlu olma arayışına denk bir vasıta üzerinden bir ülkenin küçük şeylerle nasıl avuntu sağlayabileceğini ihtiva etmesidir.

 not : bu tanımı sevgili arkadaşım Ali Burak'a ithaf ediyorum, ettim gitti.

23 Nisan 2012 Pazartesi

yeraltı ve zapiski iz podpolya ( yeraltından notlar )

Yeraltı filmine geçmeden önce;

Zapiski iz Podpolya

zapiski iz podpolya ( yeraltından notlar ) bizi bize anlatan Dostoyevski'nin en sevdiğim eserlerinden biri. Dostoyevski bu eserinde insanın bataklıktan nasıl çıkacağının ipuçlarını bizlerle paylaşıyor. Paylaşıyor paylaşmasına ama bizi biz yapan değerler, yazarların anlatıığı biçimde, toplumun seni nereye empoze etmek istediğinin manifestosu. Dostoyevski'nin insan psikolojisini anlatış biçimi hârikûlâde. İnsan arzuların peşinde pervasızca sürüklendiği zaman insanlığı nefsi oluyor. Nefsin yakıtı olan bitmek bilmeyen istekleri o kişiyi insan olmaktan çıkararak, nefsi mabud yapıyor, mabud olan nefsten de riyâkârlık boy veriyor. Ruhun gıdasını vermemek maddesel istekleri azdırıyor; Dostoyevski de ruhtan bî-haber olmanın insanın başına ne türlü bâdireler getirdiğini, yaşantısıyla doğru orantılı olarak, bu kitabında enfes bir şekilde anlatmakta.

Yeraltından notlar, Dostoyevski'nin de çıkmış olduğu kümeden nefret ettiği hayatının izdüşümü niteliğinde bir eser. Protagonistin ruhsal bunalımlarıyla, Dostoyevski'nin bunalımları eşdeğer aslında. Nietzsche'nin bile atıfta bulunduğu bu eser, Toplum mühendislerinin isteklerine boyun eğmeyen kitlenin, toplumsal alanı heyula şeylerle doldurması olarak kanıksanabilir veya kabûl edilebilir.

Dostoyevski'yi okumaya ilk başlanıldığı zamanlarda bilindiği üzre, oluşan duygu yoğunluğu okuyucuyu Dostoyevski bağımlısı yapıyor. Bu yoğunluk diğer bazı isimleri de oldukça etkilemiştir aslında ya da düşünürleri.  
  
 ------------------------------------------------------------------------------------------------------ 
Yeraltı

Zeki Demirkubuz, her türlü arazi şartında insanı unutmayan, bunu yaparken de sinema anlayışından ödün vermemeye çalışan ve bu devirde en iyi psikolojik silah ve san'atı beyne nakşetmek babında en önemli araçlardan biri olan sinemayı, kendine has özellikleriyle aksettirmeye uğraşan modern zaman Don kişotlarından biri. Bu serüveninde yel değirmeni vazifesi gören insanlara, Son dönem sinemasında Dostoyevski yardımıyla savaş açmış bulunuyor.

Yeraltı filmi, Engin Günaydın'ın enfes performansını şimdilik ayrı değerlendirecek olursak, Demirkubuz'un toplum tarafından ötelenen insanları kasvet yumağıyla sarmalayarak, aslında siz busunuz demeye çalıştığı bir film. Bu yüzden de filmin Dostoyevski mülhemliğinden bakış açısı şudur;

Toplum, ( yâni, modern toplumlar ya da eski batı uygarlığı )-- ( Dostoyevski zamanında farklı nüanslarla aynıydı )
 sizi daima farklı kılar ve hayatınızı öylece sürdürmenizi ister. Modernite buna içtimaileştirme-  socialisation - demekte. İşte bu sociable insanlar güruhunun içinde uydurulmuş ( agencé) ve hileyle üretilmiş ( machiné) arzudan gayrı bir şey yoktur düsturu, bazı konularda insanı oldukça yıpratmaktadır. Sorgulamadan ve büyük ölçüde arzumuz uğruna sosyalleşiyoruz. Bu bir zırvalama, bir hezeyan, bir psikoz olarak okunabilir ki, güruhla beraber ve ondan hiç de ayrı olmayacak şekilde toplumca hastalanıyoruz. içtimaileşmek, modernitenin perçinlediği bir mikroptur ve örgütlenmenin zıddıdır.

Zeki Demirkubuz'un bu filmi de, toplumun yeraltına attığı insanların şaşkınlığını Dostoyevski yardımıyla insanların gözleri önüne serme istediğinden başka bir şey değildir. Filmi beğenir ya da beğenmezsiniz, Demirkubuz'un en azından bir amacı var.

Engin Günaydın'ın performansıysa kelimelerle ifade edilemeyeceğinden, Yeraltından notlar iktibasına da Günaydın yakışırdı. 

Martin Heidegger

Irkçılık hastalığına tutulmuş iflah olmaz alman düşünür yakıştırmalarının dışında, metafizik alan ile ilgili görüşleri ve fenomenolojik referanslarıyla Husserl'ın bir adım ötesinde yaşamsal dürtüleriyle boy gösteren, Derrida gibi düşünürlerin de feyz aldığı filozof. 
  
Varlık ve zaman kitabında muktetafat (antoloji) bir kitabı neşr etmiş izlenimi verse de, Heidegger'in fikirlerini uç fikirlerle parsellemesi, Almanya'daki faşist iktidarın bazı edimlerini onaylaması ve sempatizan olması, birçok fikriyatına halel getirmesine sebep olmuştur. Sen tut kant'tan, hegel'den etkilen, nietzsche'nin bazı fikirlerine içten içe hayranlık duy, o da kendisini kesmeyecek olacak ki, bir de üstüne husserl'ın fikirlerini revize et, finalde ortaya varoluşçuluk felsefesi dışında birçok kavramdan güç alan Heidegger düşünce bütünü çıksın.

Fenomenolojik açıdan somut verileri : Nesnelerin deneysel açıdan rastlantısal olarak vücud bulduğu, bu nedenle de her şeye kesin olarak " şey denilemeyeceği ", şey'in gerçeklerle olan ilişkisinin bilinçle doğru orantılı olduğu görüşlerine, Heidegger de, insanın özgür bir varlık olduğu, bu özgürlüğün kazancı olarak insanın kendisini nasıl bir varlık olarak geliştirmek istiyorsa bunu başarabileceği, yine de başa dönecek olursak bu özgürlüğün bir yerde son bulduğu ve kaçınılmaz olarak esasında insanın özgür olmadığının altını çizmiştir.

Heidegger kadar düşünceleriyle sağ gösterip sol vuran başka bir düşünür biraz zor bulunur. 

not 1: felsefe bu kadar karmaşık bir iştir, fazla bulaşmamak gerekir. 
 


22 Nisan 2012 Pazar

Minima Moralia


Adorno'nun kafasını camdan çıkarıp, kültür ve düzen eleştirisi yapmak adına, yoldan geçen miskin muadillerine bağıra çağıra dert yanmasını anlatan, aforizmalarıyla kâğıttan uçak yapıp hocaların ve sevmediğiniz insanların büyük bir zevkle kafalarına atılabileceği, son kertede Adorno'nun sifonu çekmeyi unuttuğu izlenimini veren çapraşık eseri.

Adorno'nun frankfurt ekolü kokusunu barındıran bu eserinde bazen haklı, bazen de tamamen haksız düzen eleştirisi yapması ve bu düzen eleştirisinde kültür üzerinde bir hayli durması sınıfsal kaygıların toplumu ihata ettiğinin betimlemesi diyebiliriz. Adorno bu eserinde birçok kavram üzerinde atıp tutmuştur. Bu kitaptaki bazı sistem eleştirileri de müellifin en okunabilecek kitaplarından birisinin ortaya çıkmasına sebep olmuş.

Minima Moralia'da bulunan sözler meraklıları açısından ilginç bir tecrübe olablir.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Taxi Driver

 vakti zamanında çızık atılmıştır;

Kült filmleri tanıyalım, olmadı bir arkadaş sohbetinde az çok yararı dokunur kuşağımızda bu hafta ele alacağımız film, Vietnam sendromunun ve itilmişlik duygusunun kişi üzerinden etkisinin dibine dibine vuran, Martin Scorsese'nin uğrunda kitaplar yazılan filmi, Taxi Driver. Taxi Driver'ın kült mertebesine ulaşmasındaki en büyük etken kişisel fikrime göre, Scorsese'nin evlatlığı sayılabilecek Robert zibidisidir. Bir insan bu role bu kadar deruni ve başarılı bir biçimde bürünebilir. Vietnam sendromunun Amerikan toplumu üzerindeki etkisini analiz eden yüzlerce film yapılmış, Çoğunluğunda Stanley Kubrick'in Full metal Jacket filmini ayrı bir şekilde değerlendirecek olursak, ajitasyon küçük emrah filmlerinden de daha gülünç bir noktadadır. O travmanın müsebbibi salt Amerikan Dış Siyaseti dangalaklığının neticesi olan derin psikolojik çöküşün, Hollywood filmlerinde Vietnam savaşına bakış açısı her zaman aynı noktada ele alınmak istenmiştir. Dün bu Vietnam savaşı ve  sonrasında Amerikan Kolonyalist anlayışını yücelten  rambo filmleriydi, bugün ise milliyetçiliğin ve Amerikan sömürgesinin, Irak'taki conilerin gûya ölüm kalım mücadelesini anlatıp, dezenformasyon  rezilliğinin daniskası olan Hurt Locker filmine oscar payesi veren Amerikan sistemidir. bkz : Power Politics

Taxi Driver Travis karakteriyle göstermiştir ki, asker psikolojisi her yerde aynıdır. Bugün ülkemizde aynı psikolojinin yansımalarını  üç aşağı beş yukarı değişik paradigmalarda görebiliyoruz. Travis, Vietnam dönüşünde artık bazı insanî duygularını kaybetmiş, Amerikan halkının hiç de umrunda değildir. O savaş sadece kirli siyasetin ve sömürgeci anlayışın mihenk taşlarından birisidir. New York, Travis'in bıraktığı yerden devam etmektedir, ama o travmanın getirdiği bakış açısıyla artık onun New York'u kendi istediği New York olmalıdır. Travis, kendini kahraman olarak görmek istediğindedir; İmtiyaz istemiyordur ama toplum tarafından değer görülmek, kâle alınmak arzusundadır. Bu düşüncenin karşıtı olarak da, siyasetçileri kendine hedef olarak seçer.  Toplumun temizleyicisi, kurtarıcı rolüne kendini fazlasıyla kaptırır. Âşık olmak ister, âşık olunmak ister ama daha ilk buluşmasında, hoşlandığı ( öyle görmek istediği ) kişiye şizofren kimliğini istemeden de olsa açık edince, yine ve yeniden ebedi yalnızlığına mahkûm olur.

Bu sefer Travis'in nevrotik kimliği can simididir, Jodie Foster'ın oynadığı karakter de temizlenme argümanı. Bunun izdüşümü çoğu Scorsese filminde olduğu gibi pasajlar hâlinde İncil'e göndermedir.Politikacı hedefi başarısız olunca, kendisinin de içinden çıktığı varoş pisliği Harvey Keitel yeni hedefidir. O travmanın kişiliği üzerinden açtığı yaranın sonucu olarak kendini bir şeyler uğrunda fedâ etmek ister. Akabinde mutsuz olacağı toplumda kendini buharlaştırmayı tercih etmiştir. Bu Hâlet-i ruhiye esasında her toplum için geçerli olabilir; bastırılmış bir duygunun, mesud olma çabalarına karşı her çabanın ardından gelen bedbahtlık, insanı dipsiz kuyulara zerk eder. Travis toplumlardaki mutsuz insan yığınlarının profilidir.

Filmde Travis karakterinin yaptığı silah mekanizmasındaki mükemmel zekâ bile, filmi izlemek için başlı başına bir sebeptir. Scorsese'nin sinema anlayışı her zaman dikkat çekici : Bu anlayış bazı filmlerinde, sokaktaki insanların hayâlleri, kırgınlıkları, hayat mücadeleleri etrafında döner durur. Scorsese bir nevi sinemanın Bukowski'sidir. Toplumun kaymak tabakasını, avam tabakasıyla muhteşem sinema diliyle karşılaştırmaktadır. Bunun en vurucuğu örneğiyse Taxi Driver'dır.

Bu sinema yapıtından o kadar çok etkilenilmiştir ki, birçok yapımda bu filmden kareler görebilirsiniz; Travis tarzındaki karakterler, yalnızlığın anatomisi, vietnam sendromu ( eskiden vietnam'dı. Şimdi ırak, afganistan, yarın belki de iran ) bu filme selam çakan hikâyelerle doludur. Bu filmi yeni izleyenler için tavsiyemiz, moda tabiriyle, algıda seçicilikle bu filmi izlemeleri yönündedir. Yoksa gülün kıymetini bülbül bilir, altının halisini sarraf seçer.

9 Nisan 2012 Pazartesi

homo economicus

Tırnaklarıyla başını kaşıyan ve aynı zamanda enaniyetiyle dağları delen ekonomik pespayeliğin ferhad'ıdır. Keynes ve Smith'in muhayyilesinin bile yakınından geçmeyecek düzende, kapitalizmin oyuncağı, Japonya'da en garip örnekleri bulunan sincaptır. Tuvalete bile mümkünâtı olsa arabayla gidecek sömürü düzeninin yılmayan hamalıdır. Özgürlüğünü birkaç ekonomik despota kaptırmış, kendinden başkası zerre umrunda olmayan, elinden hedonizm oyuncağı alınınca feveran eden arsız şopardır.
Ekonomiyle yatıp ekonomiyle kalkan, mukadderatı arz-talep dengesine sıkışmış, sürekli sistemle içli dışlı olduğundan, son tahlilde neo-liberal herzenin tutsağı olmuş günümüz insan modellerinden biridir.  
Dionysos'un emeği kitabını bir nebze de olsun haklı çıkaracak modern köledir. 

Kalbini nice senelerdir ağlatmadı bu âşk/ alsan n'olur doğrudan leylâ haberini sen

"Kalbini nice senelerdir ağlatmadı bu âşk
Alsan n'olur doğrudan leylâ haberini sen ? "

bedavaya mealci geldi hanım.

Günümüzde leylâ haberini almak çok kolay, nasıl olsa hepimiz prens ya da prensesimizi buluyor, dilimizi de , kalp denilen kuvveti de içişlerimize âlet ediyoruz. Kalbi senelerce ağlatmayan âşk, leylâ'sını görünce mi mutmain olacak ? çelişki; çelişkinin, saçmalığın daniskası. Mütereddit olan gönül, doğrudan leylâ haberini alınca mı vuslata erecek ? boş söz, boş emel, tûlî emeldir; ömrünü boş yere harcamaya benzer.  

şimdi her şey, hepimizin dilinde...

âşk, sevgi, mutluluk; muhteşem üçlü.

Kalbi o'nun sevdâsıyla çarpmayan o'nu görünce mesud olamaz. Kendi içinde yıllardır sürüncemede bırakılan âşk, leylâ ve mecnûn'u görünce mi nihayete erecek ?

âşk, taraf-ı ilahiden gelir. nefsi âşk sanan, en hafif tâbiriyle boşa kürek sallar.

31 Mart 2012 Cumartesi

pierre felix bourdieu

Bu sosyologun zamanında Martin amcasının dediği gibi "bir hayâli vardı", bunu da habitus kavramıyla açıkladı. habitusun anlamı sınıf olsa da, Bourdieu burada kültürün ve uhbuşe ( türlü kabilelerden meydana gelen topluluk ) kentleşmenin ortaya çıkardığı bir bağdan sözetmekte. İnsanlar aldığı eğitimle bir şeylere yatkınlık duyar. Buna bir nevi toplumsal ahlâk da diyebiliriz. Yine insan çevresinden edindiği görgü ve kurallarla bir olay karşısında safını belli eder. Bourdieu bunu da Doxa kavramıyla açıklamıştır. yâni menfi ya da müspet kişinin bir olay karşısında aldığı tutum habitus diskuruna göre safını belli etmesiyse, bu da Doxa'yı doğrumaktadır. Doxa kavramını haşiye edecek olursak; taraftarlık ya da sabitfikirlilik veyâhut bir şeye aidiyet duygusu babında şiddetle bağlanmaktır.  Misâl, Kemalist bir toplumda büyüyen insan, kendisinin kontrolünü aldığı eğitimle beraber körü körüne başkasına devretmişse, bu Doxa'dır.    
 
Bourdieu'nun söylemleri okunduğunda sıkıntılı bir insan olduğu açıkça anlaşılıyor. Bourdieu bir şeylerin değişebilmesi için, benzerlerinden farklı olarak aktivist kimliğini de öne çıkaran bir sosyolog. Toplum analizcilerinin düştüğü en büyük yanılgı, ortaya bir kavram sunup, kavramları üzerinden dönen tartışmalarda öğretici olacaklarına, kavramları kendileri ortaya sunmamış gibi asistan olmayı yeğlemeleridir. Bourdieu'nun farkı, Habitus kavramında açıkladığı üzre, eğer sınıfların derdi çevrelerinden aldıkları kültürse ve o kültürle dillerini oluşturuyorlarsa, toplumun işlevsel ve tekdüzelikten kurtularak, yeni bir söylem geliştirip, birbirlerini anlaması için, aktivist olması gerekliliği tezi ve yaşantısıdır.

Bunun dışında bugün Türkiye'de insanları tanımadan çare üretmeye çalışan sözde aydınların, arada sırada Bourdiue'nun yaşantısına gözatmaları gerekmektedir.

27 Mart 2012 Salı

Good Bye Lenin


Yann Tiersen'in müziklerini yaptığı en iyi filmlerden. Good Bye Lenin gerçek anlamda çok anneci bir film. Hayatta bu kadar karşılıksız seven tartışmasız sadece annedir. Bu durum, hangi coğrafyada olursa olsun değişmiyor. İster Kenya'da, isterse Almanya'da. Bollinger sosyalist Doğu Almanya'yı filmden önce tahlil edersek, bir toplum düşünün sınırın bir tarafı bikem ( güzel, körpe kız gibi bir şey )mahiyetinde, bir tarafı da olimpiyat oyunlarında sporcusunu cinsiyet değişikliğine itecek kadar erilleştiren dayatmacı sosyalist. Devam ederek, teemmül edelim, bir tarafı  refah içinde ( en azından öyle gözüküyor ), bir tarafı da muhayyilesini tek bir zümreye terketmiş. İşte bu tahlilin sönük tarafında bulunan bir annenin uğrunda, çocuklarının annnesinin muhayyilesini süslemesini anlatan, samimiyeti tavan yapmış, mizah kalitesi de yerinde iç gıcıklayıcı bir film.

Good Bye Lenin, oyunculukları sniper tadında hayatı rahatlıkla vurabilen, sistemin terkibini de slogan atmadan ve sıkmadan anlatan, keyifle izlenebilecek filmlerden. Hayatta insan herkes için bir şey yapar da, annesini bazen rafa kaldırır. Çünkü, sevgi şımarıklığın yoldaşıdır. Bu filmde bir çocuğun annesi için yaptığı sevimli fedâkarlıklar, son sahneyle ya ölümsüzleşir ya da yerle bir olur.

Wolfgang Becker, bir daha böyle bir film yapmak istese herhâlde yapamaz.

Annenin gönlündeki ülke belki de yıkılmamıştır. Realizm mi, Ütopya mı ?

Becker'e göre her ikisi de.

26 Mart 2012 Pazartesi

Gidiyorum Bu

Vakti zamanında yazılmıştır;

Son zamanlarda elime geçen en sıradışı şiir kitabı. Yunus Emre büyük şairmiş, Beş şehir filminde şevket karakterinin söylediği biçimde. Ah muhsin Ünlü de büyük şairmiş, çaktırmayın. İnternet ortamında şiirlerini tanıma fırsatı elde etmiştik, kitap olunca, o ağaç kokusunu duyunca, daha beter vuruyor dizeleri. senagalliler dâhil. Şiirle tasadduk edebilmek kolay değil; bu şiirlerle gönlünü ortaya koymuş. Evet şair ulan bu, Freud diye bir şey yoktur.

" Biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
Annem beni hep çok sevdi, kız gördü mü ağlıyorum
modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
ben sana düzenli olarak telefon ediyorum
mıknatıssız bir pusula olarak "

---------------------------------

" Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
elbette ata binmek gibidir seni sevmek güzelim
elbette gayet rasyoneldir attan atlamak. "
 -----------------------------------
Muhsin ÜNLÜ ( Onur Ünlü ) bu dönem şiirlerinde, yaşamsal debdebelere, imgelere saplanan toplumlara göndermede bulunmuş. Neşe olmadan sevgiyi betimlemiş. Fear and Trembling ( Frygt og beaven) kitabı Soren Kierkegaard'ın düşünsel eylemlerine öncülük ettiği gibi, muhsin ünlü de korku ve titreme hâlini, şiirlerinde alışılmışın dışında bir yol izleyerek okuyucuya aksettirmiş.

Freud diye bir şey yoktur evet, Das Capital kadar ince ( çok kalın ) şiirleri Muhsin Ünlü'nün. İşte hârikulâde cumhuriyetimiz. ( tabii tabii )

İşte toplumun şizofreni atmosferi, Freud diye bir şey yoktur, belli etmeyelim.

Holodomor diye bir şey var ama Ukrayna güçsüz. ( Rusya yalancı )

Cumhuriyet diye bir şey var, Muhsin Ünlü sahici.

Andrei Tarkovsky


Tarkovsky sineması, Cinnet hâlinin üst perdeden ve de san'at fiilinden, ve tabii ki bunalım girdabından sıyrılma raddesinden, kalplerin keşfi için yola çıkılmış, bu hassâlarda yol alırken, zamanın Rus hükümeti tarafından sansür uygulanmış, ama bazı filmlerini eleştirmenlerin anlamayıp, avam bir temizlikçinin filmi anlayıp, anlamayan san'at âşıklarına verdiği cevap neticesinde, Tarkovsky'nin o temizlikçiye hak vermesi gibi, halk için yapılmış ama san'ata mündemiç görsel bir başkaldırıdır.

Andrey Rublev, ve Ayna ( zerkalo) filminde Tarkovsky, ehil sanatkârın Çehov nisbetinde, Faşist ve Komünist ve bunların mukâbili kapitalist düzende, san'atı insanlar için yapıp, insanların zor idrak edeceği türden anlatarak, popülizmin hışmına ve ızdırabına uğramıştır. ( Şimdi TDK buna ıstırap gârabetini lâyık görmüş, bunlar arapça'dan bî'haber oldukları için, böyle bir yanlışın altına imza atmışlar. kapan parantez kapan)

Hassaten Tarkovsky sineması bağımsız yönetmenlerce taklid edilen en önemli sinema anlayışıdır.

ve bu dertten muzdarip ( bunu da mustarip yapmışlar ) ülkemiz yönetmenleri tarafından ne yazık ki iğdiş edilmiştir.

Herkesin sinema anlayışı kendine, ilk önce bizim yönetmenlerimiz kendi ekollerini oluşturmalıdır.
Tarkovsky kendine Tarkovskydi.

Mihrimah Sultan Camii


Çeşitli râvilerden türlü rivayetleri olsa da, ayrıyeten üniversitelinin çimde oturma merakı kadar ilgi çekmeyecek bir konuysa da, Üsküdar'da bulunan mihrimah sultan camii Mimar Sinan'ın zirve eserlerindendir. Üsküdar'a mânâ katıp, maddeden çıkışı simgeleyen camii, Mimar Sinan'ın Mihrimah sultana duyduğu aşkın istidlali olarak vücuda geldiği varsayımlarını da beraberinde getirir. Bu ihtimal bir efsane olasılığı olması yüksek, dilden dola dolaşan bir hikâyedir. Genel kanı İstanbul'daki aynı adlı iki camiinin de ısmarlama olduğu yönündedir. Bu mihrimah Sultanın ne kadar ileri görüşlü olduğunun kanıtı niteliğinde; yâni sen ay ve güneş ismini Mihrimahla bütünleştir, Mimar Sinan da iki camiiyi öyle tasarlayıp, inşaa ettirsin ki, bir camiide güneş doğsun, diğer camiide ay batsın. Tabii ki Mihrimah Sultanın böyle bir telkini olmamıştır herhâlde, ya da olmuştur, bilemedim. Ama, büyük Mimar beyninin thalamusunu Mihrimah sultanın medullasına kenetlediğinden, ortaya çıkan sonuç mükemmel olmuş. Beyinler arası mutabakat ancak bu kadar şahane olur. Mihrimah Sultan şanslı bir insanmış ki, Mimar Sinan'la aynı devirde yaşamış.

24 Mart 2012 Cumartesi

Rainer Maria Rilke

Karanlık ortamlarda okunmaması gereken bu şairin, ruh dünyasını vize almadan gezmesinin altında yatan nedenin altında kaldım, kalkmak için de uğraşmadım. Bazı eserler ya da edebî alegoriler, hacimli bir kitabın yapamadığını yaparak, anlatılmak istenen şeye veya hislere vasıtasız tercüme oluyor. Rilke'nin üslûbu, kasvetin ışıkla hemhâl olması gibi, sıkıntı içinde sude olan kelimeleri açığa çıkararak, esasında insanın üzerinden büyük bir yükü alıyor.

" insanların sözlerinden çok endişe duyuyorum,
her şeyi ayan beyan söylüyorlar
bu köpek ve şu evdir
ve başlangıç burada, bitiş de şurada. "

----------------------------------------------------

Yukarıdaki dizeleri Rilke'den başkası, başka bir şekilde anlatmaya kalksa, herhâlde yokuş çıkan eşeğin üstüne fazladan bir yük koymak gibi, bir yerde tıkanıp kalır. İşte bazı şeyleri / dizeleri şerh etmek, o kadar malayani olur ki, arife tarif gerekmemeli.

" Nasıl duyar, filizlenen bir incir ağacı seni
 yücelerde ay ışırken. "

18 Mart 2012 Pazar

Varsayalım Tahir Abi

Varsayalım tahir abi, başka bir âlemdeyiz, hiçbirimiz ideoloji mağduru olmamış, kalıplara sıkıştırılmamış ve heyulalar peşinde koşmuyoruz. Duru bir saflık içinde, muhakeme yeteneğimizi kaybetmememişiz. Varsayalım tahir abi, şenaat kıskacından bertaraf olmuşuz. Bizi tek tip insan modeline indirgeyen ve aslımızı unutmamızı telkin eden arayışlar, aslında hayâlimizde canlandırdığımız bir yansımaymış. Varsayalım tahir abi, efendimizi her zaman hatırlıyoruz, keşmekeş ve rol tasavvurlarının yerini samimiyet almış. Varsayalım tahir abi, huzuru aramadan buluyoruz. Varsayalım tahir abi, genini sevmeği ırkçılıkla karıştıran, kendi yaptığı şeyi başkasına yükleyen kavmiyetçi zihniyet yok. Varsayalım tahir abi, muhlisiz, unutulan insanları hatırlıyoruz, şehvet toplumunda şehvani arzuları ilzam ettirmişiz. Varsayalım tahir abi, başkalarının aşklarıyla başlamıyor hayatımız, siyaset halk için yapılıyor. Varsayalım tahir abi, hiçbir sorun tehir edilmiyor, bütün halklar voltairevâri bir milliyetçilikten halas olurken, Allah'ın buyurduğu takvayı istiyor. Varsayalım tahir abi, sahte âlimler çok az, gösteriş ve ucb yok mesabesinde. Varsayalım tahir abi, ne idüğü belirsiz kavramlar bizi bunaltmıyor. Varsayalım tahir abi, ruhumuz nefes alıyor, Filistin özgür, despot rejimlerin kan dolu tahakkümü doğru karşısında yenilmiş. Varsayalım tahir abi, dünyâya aldanmamışız, ölüleri unutmuyoruz. Ben sayamadım...

Jorge Luis Borges

İçimde ukde kaldı, Borges geyiği yapmadan ölürsem en fazla ölmüş olacağım için, yapmadan gittti demesinler. Borges hakkında yazılan onca şey var; farklı bir şey ne anlatılabilir derken, aklıma sitayiş dolu kelimeler takıldı, bir rahat bırakın beni telkinleri arasında, kendi affıma sığınarak, bana göre Cemil Meriç'le aynı düzlemde tetkik edilmesi gereken Borges hakkında bir şeyler yazmaya çalışacağım.

Kalbin giriş merkezinde bir sinir makinası vardır. Bu makina tıpkı mermi isabet edince, hedef olan cisimde hareket meydana geldiği gibi, bir elektron isabetiyle kalbi harekete geçirir. Kalpten çıkan kan damarlarla vücudun her tarafına dağılır, bu damarlar çok sağlamdır. Kalbe bağlı epher ( aort ) damarı, yirmi atmosfer basıncına mukavemet ettiği gibi, Borges'in eserleri de, edebiyat minvalinde kırk dadaizm mallığına, seksen edebiyat fukaralığına, yüz altmış şairim diye geçinen gösteriş budalasına ( bunlar meşhur isimler**** ) mukavemet eder. ( burası da beni bağlar )

Borges, kendi coğrafyasının bana göre Cemil Meriç'idir. Bu salt görme yetisini kaybetmelerinden dolayı değil; Borges de, Meriç de samimiyet babında ve hiç olmadık yerde yaptıkları derin analojilerle ardıllarının bana göre öncüleri olmuşlardır.

Borges'in mitsel nüanslara göstermiş olduğu ilgi aslına bakarsak, yaşadığı coğrafyadaki Avrupa'ya nazaran geri kalmışlığa karşı bir sığınaktır. Borges'in bu zaafiyeti edebî açıdan da eserlerine yansımış, ama son kertede bilgisi ve sıcak anlatımı hasebiyle, çağdaşlarını fersah fersah geride bırakmıştır.

Borges, okundukça ruh dünyasına girilebilen, şair yönüyle de şiirin ne denli önemli bir silah olduğunun en güzel kanıtlarından biriydi.

Günümüzde her alanda olduğu gibi, matem alanında da müthiş bir kapasitesizlik mevcuttur. Yok öyle değil diyenler içinse bir mülksüzleşme ve mülkün el değiştirmesi sözkonusudur. Matem ( ister dram deyin , ister melodram, tragedya..  fantazyayı geride bırakırsak, tinsel ya da içsel bakış da diyebiliriz. ) öyle bir şeydir ki, ona ulaşılır, ama ona ulaşıldıktan sonra, zaman zaman oradan düşme hasıl olur ki, buna depresyon da diyebiliriz. İkisi arasında ince gibi görünen, fakat çok kalın bir çizgi vardır. İşte Borges de arafın matem yönünde duran, yâni insanı insan yapan değerleri payitaht eden bir insandır.

Borges'i kendi adıma ve kendi dünyâ görüşüme göre süzgeçten geçirerek anlamaya çalışıyorum. Bana uymayan yazıları da fazla.  En nihayetinde Borges, yaşadığı dönemi bilen, Bilgiye aç, yaşadığı devirdeki diğer bazı batı tandanslı yazarlara nazaran, ayakları yere daha sağlam basan bir yazardı.

13 Mart 2012 Salı

ÇAY

Bugün kaç bardak içtiğimi hatırlayamadığımdan dolayı, bu satırları kafeinli bir kafayla yazıyorum. Bilinmesi gerekmeyen ama bilinmesi bi'sıkıntı doğurmayacak bilgilere göre, çayda yüzde %3 kafein bulunurken,  kahvede bu % 1,3 oranındadır. (gıda kimyası )Kafein zihni açar, kan dolaşımını hızlandırır, vücuda sıcaklık verir. Fazlasıysa sinir sistemi üzerinde etki yapar. Bunlar işin teorik boyutu. İnsan psikolojisini girecek olursak; bir çay sadece bir çay değildir.

Çayın olmadığı yerde kahve vb gibi hermafrodit içecekler nevrasteni ( sinir rahtasızlığı ) sermayesinden kendine pay çıkararak, insanın ruhunu aldatır. Çay, insanın sıkıntısını gidererek, bardak içinde yüzmenizi ve dolayısıyla da ferahlamanızı, son tahlildeyse kafanızı madde âleminden bir nebze olsun dışarı çıkarmanıza yardımcı olur. ( he, halas eyler. eyledim oldu ) Çayın olduğu yerde kasvet bulunmaz, hadi bulundu diyelim, fazla durmaz, hadi fazla bulundu diyelim, o kavset irinini önünde sonunda dışarı atar. ( Kişisel görüşlerim, kahveseverler alınmasın, alınırlarsa da bi'demlik çay içsinler. )

Çay muhabbetin gelini, ( dostu, tostu ) Semaverin anlamı, gönlümün sürurudur. Çaysız muhabbetler yok hükmündedir. Çaysız yorgunluk atma arayışı,  boşa kürek çekmektir. Yalnız, çay ve sigarayı yan yana getirmeyin, sonra ciğere yapışıyorlar.

Sponsored by : Çaykur. ( bana ne çaykur'dan, iyi demlenmiş her çay içerim )

11 Mart 2012 Pazar

Beirut

Moral düzeyine tasallut eden şehir hengâmesinin arasında, müzikleriyle farklı olmanın ötesine geçebilmiş, yaptıkları müzik hiçbir kategoriye sığmayacak kadar orjinal ve samimi grup. Solistinin sesinine umarım zeval gelmez, karşısında bardak çatlar, insan mum misâli erir müderrisim. Bence bu gençleri bir adaya kapatalım veya bedestenleri kapatıp bu adamlarların albümlerini pazarlayalım. ( bedesten kalmadı ama ) Üstelik bu grup inanılması güç ama Amerika menşeili. ( Ben ilk duyduğumda inanamamıştım. ) Zach condon'un fikir babası olduğu bu oluşum, bugünkü hâlini alarak bizi mest etmiştir.

Fa Yeung Nin Wa ( İn the Mood For Love )

Wong kar wai'nin aşkı anlatmaya çalışırken aşka geldiği filmi. Bu filmde, sevgiyi tilkilerinden elinden kurtarmış Kar Wai. Deveye sormuşlar, neden boynun eğridir diye, nerem doğru ki demiş. Film de, âşık insanın hâli üzre develere gödermede bulunuyor. Bu filmle birlikte, sevgiyi tadanlar da develerle birlikte tecessüm ediyor.  (cisimleşiyor). Kaotizme el sallıyor, geri geri giderken altıncı vitese takıyor bu film. Karanlığı nehyetmek gerekiyor bu filmle birlikte, aynı zamanda müziği de. Filmdeki kahramanlar aynı dünyânın kahramanları değil; aynı dünyânın meçhul âşıkları. Birbiriyle münasebetleri sevgi damlası. Sevgi damlayınca dünyâ durduğu için, karakterler de bunu açığa çıkarıyor.

- - -  cebren spoiler - - -

Kar wai sonununu net bir şekilde belli etmiyor filmin. Zâten filmde netlik yok, şahaserlik var. Karakterlerin yağmurla özdeşleşmesi, ağır çekimler, sırrın niteliği..  zamanında bu filmi izlerken bu kadar da ağır çekim olmaz diycektim neredeyse, içimde kaldı . Çünkü, iki kişinin bildiği sevdâ sırrı yavaş yavaş anlatılmalıydı. Yağmur yağmalı, sonu alternatif olmalıydı, belki de ev. Birçok yaraya derman olmuş Kar Wai bu filmi yapmakla. Ya düşündüğü şeyi gerçekleştirememiş olsaydı ?

filmde neredeyse hiç gün ışığı yok, ama sevgi var. kaotik ve karanlık atmosferin yanıbaşında aydınlık var.

- - -  hileylen spoiler ---

Ludwig Wittgenstein

Wittgenstein'ı dilbilim felsefesinin yönetim kurulu başkanı olarak görmek, bu filozofa haksızlık olarak görülemez. ( Kelime esprisi yapayım dedim, tasadüfe bakın ki, utanmadım ) Nihayetinde her sorunun dil'in kullanımı ile ilgili olduğunu varsayan bir diskuru vardı. Dil'in kullanış şekillerinin her meslek erbabında farklı bir şekilde boy gösterdiğini belirttti. Wittgenstein, Gotlob Frege'nin tavsiyesine binaen Bertnard Russel'ın yanına felsefeyi kavrayabilmek için gitmişti. Bundan sonraki yaşantısında da ömrünü felsefe üzerine inşaa etti. Wittgenstein'ın metafizik alan ile ilgili görüşleri, Kant'ın görüşlerine tamamı ile olmasa da, kıyısından ve köşesinden katılıyor. Çünkü, Wittgenstein'a göre de akıl bir yerde tıkanıyordu.

Bu zatın, ilgilenenlerin bileceği üzre tractatus ( Biz< kısaca böyle diyoruz, bi<z kimiz onu da bilmiyorum ) adlı kitabı var ki, wittgenstein bu esere daha sonra üvey evlat muamelesi yapmış, çoğu görüşünü de değiştirmiştir. yeri gelmişken ;


- Tractatus Logico Philosophicus :

Wittgenstein'ın felsefeye ve felsefesine en büyük katkıyı sağladığını sanıp, sonradan aslını inkâr eden dürzü durumuna düşmekten son anda yırttığı kitabı. Bu eser, Wittgenstein gibi, kalabalıklardan hazzetmiyor. Dil'i bu kadar alengirli anlatan filozofu anlayacağımıza, Zizek'i anlamaya çalışalım daha makbule geçer. Zizek'i benim gibi sevmeyen insanlar ise en kolay yolu seçiyorlar. Kimseyi tanımayalım. Ünlü düşünürün kamus stereotip'in zamanında buyurduğu; " insanlar kovuklarına çekilmekle en basit yolu seçiyorlar." sözü gibi, " dünyada neler olmuş suzan hâli " en kolay yoldur. ( yersek )

Kısa gibi gözüken ama uzun bir dibâceden sonra, Wittgenstein bu eserinde kendine özgü bir şekilde dil felsefesini anlatmaya çalışıyor.

Wittgenstein'a göre, dilllere geçmiş her kelime eşittir varlık âlemidir. Haşiye edecek olursak;


Dünya : Dünya derken varolan bir şeyi kastediyoruz, yâni, dil'in kelime haznesinin mutlaka varlık âleminde karşılığı vardır.

Buna cümleler de dahildir. Dildeki her cümle varlıksal bir kavrama dayanaktır.

Meselâ, bunun gibi dildeki bütün argümanlar varlığın resmine işaret eder.

Kısaca tractatus adıyla nam salan bu kitaptaki numaralandırmalar da dil'in temerküzünden müteşekkil, Wittgenstein sekr ( böyle sarhoş gibi bir şey ) hâlidir. Kitabın düşüncüsüne bi'ara çok dalmıştım, çıkmakta gâyet zorlandığım için,  numaralandırmayı es geçiyorum.( gülücük )

- -------------------------------------------------------------------------------------------------

  Wittgenstein, cins bir kafa olduğundan mütevellit, bana göre üzerinde duracağımız en önemli görüşü, az önce de cüz'i bir şekilde değindiğim gibi, dil kullanımının her meslek erbabında farklı kullanıldığı görüşü. Açacak olursak; örneğin, Fen ilminin kendine has diliyle ( özellikleriyle ) edebiyatın çözülemeyeceği gibi. Bu örneği her meslek için kullanabiliriz.

az yaşadın, erken sözünden döndün Wittgenstein.